6 Ağustos 2008 Çarşamba

5 Ağustos 2008 Salı

GÜZEL SÖZLER

<





İLAHİ



 

GÜL ÇEŞİTLERİ

">

KUTSAL YERLER







YÜRÜYORUM HASRETİNLE


align="center" quality="high"
pluginspage="http://www.macromedia.com/go/getflashplayer"
type="application/x-shockwave-flash">

GİTME


align="center" quality="high"
pluginspage="http://www.macromedia.com/go/getflashplayer"
type="application/x-shockwave-flash">

ÖZLÜYORUM

ANILARIMA

BİR BİLSEN

GÜNÜN RESMİ

EZAN,EZAN DİNLE







EZAN





MEVLANA

Dünyayı kucaklayan sevgi seli: Mevlânâ
Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,Ya göründügün gibi ol.

Mevlânâ Celaleddin Rumî
13. yüzyılda yaşamış bir İslâm âlimi olan Mevlânâ Celaleddin Rumi Hazretleri, hoşgörüsü, insanlığa yaklaşımı, insan sevgisi ile tüm insanlığa örnek teşkil etmiş, yazdıkları ve söyledikleriyle yüzyıllar ötesine ulaşabilmiş mümtaz şahsiyetlerdendir. O her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklamasını bilmiş, insanlığın hoşgörü ve sevgi sembolü olmuş yüce bir kamettir. Bugün hâlâ kaynağını İlâhi ışıktan almış, sevgi, hoşgörü ve akıl üçgeninde neşvünema bulmuş, düşünceleri dilden dile dolaşmakta, insanlığa rehberlik etmektedir

Mevlânâ Celaleddin Rumî, peygamber edalı tebessümlerin karanlık çağlara yansıttığı ışık kaynaklarından biridir. Onu tanıyan, onun sevgi iklimine adım atan İlâhi aşk yolundaki çileli yolculuğa ilk adımını atmış sayılır. Onun sevgi çemberinin bir ufak halkası olmayı başarabilmiş olanlar kâmil insan olma, yüksek ahlâka ulaşma yolunu bulmuş demektir. İşte insanlığa ahlâkı, ilmi, hikmeti, sevgiyi öğreten Hazreti Mevlânâ’nın hayatından ibret alınması gereken birkaç hadise...

ŞU ALTINLARI ÇAMURA ATIN
Günlerden bir gün devrin Selçuklu sultanlarından biri kabul etmesini arzu ederek Hazreti Mevlânâ’ya birkaç kese altın göndermişti. Hazreti Mevlânâ’nın talebelerinden biri altınları alıp Hazreti Mevlânâ’ya arz edince, Mevlânâ talebesine döndü ve, “Beni gerçekten seviyorsanız bu altınları dışarıdaki çamurun içine atınız!” buyurdu. Talebesi, Hazreti Mevlânâ’nın bu isteğini emir telakki edip, hiçbir sual dahi sormadan yerine getirdi. Bu olaya şahit olan bazı kimseler, çamurun içine atılan altınları toplamak için hiç vakit kaybetmeden çamurun içine dalmışlardı. Fakat kısa süre sonra üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine, onların bu vaziyetlerini göstererek; “Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip ibadetlerden alıkoyar. Bunun için dikkat edilmesi gereken nokta; hırs ve tama yapmadan kanaat üzere bulunmaktır. Dünyada, âhiret saadeti için çalışılmalı, kazanılmalıdır. Çünkü İslâm, insanlara faydalı olmayı emreder. Dünyadaki saadetlerden biri de helâl kazanmak ve bu kazancını hayır ve hasenat yaparak âhirete göndermektir. Asıl sermaye ise ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sahibi olmaktır.” buyurdu.

SEN YAZMAYI KABUL EDERSEN BEN DE SÖYLERİM
Mevlânâ, Konya’ya geldikten sonra Tebrizli Şems ve Kuyumcu Selahaddin adıyla bilinen iki önemli şahsiyetle yakın dostluk kurmuştu. Önce Şems’in Konya’dan ayrılışı; ardından Selahaddin’in vefatı Mevlânâ’yı çok üzmüştü. Allah, çok geçmeden ona bir dost daha gönderdi. Bu kişi, Çelebi Hüsameddin’di. Mesnevi’nin meydana gelmesine o vesile olacaktı. Çelebi Hüsameddin, Konya medreselerinde hocalık yapıyordu. Mevlânâ’ya bağlandıktan sonra aralarında büyük bir yakınlık doğdu. Mevlânâ, o güne kadar gazel türü şiirler yazıyordu. Bunlar büyük bir kitabı dolduracak kadar çoğalmıştı. Çelebi Hüsameddin, onun daha büyük bir eser yazacak duruma geldiğini hissetmişti. Bu konuda onu teşvik etmeyi düşünüyordu.

Bir gün Konya’nın Meram bağlarında geziyorlar, Mevlânâ şiirler söylüyordu. Çelebi Hüsameddin, tam zamanıdır, diyerek düşüncesini söyledi:

- Efendim, dedi. Bugüne kadar gazel tarzında pek çok şiir söylediniz. Sizi sevenler, sizden yeni bir eser bekliyorlar. Böyle bir eser yazsanız da sizi sevenler, onu okuyarak doysalar.

Mevlânâ, aslında buna hazırdı. Sarığının kıvrımları arasından bir kâğıt çıkararak Hüsameddin’e uzattı. Bu kâğıtta, Mesnevi’nin ilk beyitleri yazılıydı.

Hüsameddin’e:
- Oku, diye buyurdu. Çelebi Hüsameddin, Mesnevi’nin girişinde bulunan ilk on sekiz beyiti büyük bir coşkuyla okudu. Tam da arzu ettiği gibi bir eserdi. Okuyup bitirdikten sonra Mevlânâ’nın ellerine sarıldı.
- Efendim, dedi. Gönülden dilerim ki; bu şiirin devamını da söyleyin.
Mevlânâ:
- Bir şartla, dedi. Sen yazmayı kabul edersen ben de söylerim.
- Buna hazırım, dedi Hüsameddin. Mevlânâ, 19. beyitten itibaren söylemeye başladı. Çelebi Hüsameddin de kaleme aldı. Kitap bittiğinde cilt sayısı altıya, beyit sayısı 25.618’e ulaşmıştı.

MEVLÂNÂ’NIN AZ BİLİNEN BİR YÖNÜ: MEVLÂNÂ MÜSPET İLİMLE DE İLGİLENDİ
Mevlânâ Celaleddin Rumî sadece dinî ilimlerle değil aynı zamanda müspet ilimlerle de ilgilenmiş, eserlerine de bu durum yansıtılmış- Onun özellikle Mesnevi adlı eserinde bahsettiği mevzular arasında dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi, atom gibi konuları sayabiliriz. Mevlânâ, Mesnevi’sinde dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ile ilgili şunları söyler:

Dolap gibi dönüp duran gökten kıyas tut. Onun dönmesi nedendir?

-Ey gök, ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın?
Bu gökyüzü de elinde olmaksızın dönüp durmada

Yine Mesnevi’de yer alan bazı beyitlerde günümüzün bilim adamlarını dahi şaşırtacak biçimde atmosferi bir yumurtanın beyazına, dünyayı ise bu yumurtanın sarısına benzetmekte, dünyanın uzayda boşlukta durduğuna işaret etmekte, ayrıca mıknatıs ve kehribar örneğini vererek yer çekiminin varlığına değinmektedir

Mevlânâ’nın değindiği bir diğer konu da atomdur. Mevlânâ atom için “zerre” kelimesini kullanarak henüz yakın zamanda keşfedilen “atom, atomun yapısı ve atomun patlaması”na gönderme yapmaktadır. Mevlânâ’nın zerrenin (atomun) içindeki güneşin (atom çekirdeğinin) “patlaması hâlinde her tarafın yerle bir olacağından bahsetmesi” ve bu çekirdeği de “kuzu postuna bürünmüş aslan”a benzetmesi oldukça ilgi çekicidir.

MEVLÂNA
1207 yılında Türkistan’ın Belh şehrinde doğdu. Asıl adı Muhammed Celâleddin’dir. Mevlânâ ismi ona sonradan verilmiştir. Rumî denmesi ise Anadolu’ya göç etmesiyle ilgilidir. Mevlânâ, Moğol tehlikesi sebebiyle ailesiyle birlikte Selçuklular devrinde Anadolu’ya göç etti ve önce Karaman’a, ardından Konya’ya yerleşti. Devrinin ünlü hocalarından dersler aldı. Kendini çok iyi yetiştirdi. Ardından dersler vermeye başladı. 1244 yılında Tebrizli Şems isimli bir dervişle tanıştı. Bu tanışma, Mevlânâ’nın bütün hayatını değiştirdi. 17 Aralık 1273 yılında, 66 yaşında Konya’da vefat etti. Mevlânâ’nın Allah sevgisini dile getiren şiirleri, vaazları ve mektupları şu kitaplarda toplanmıştır: Mesnevi, Divân-ı Kebir, Fihi Mâfih, Mecalis-i Seb’a, Mektubât...

— Her ne olursan ol; ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol

— Dert; Allah’ı gizlice anmana vesile olacaksa tüm dünya malından yeğdir. Dertsiz dua soğuktur. Dertli dua gönülden, aşktan gelir.

— Kötü yaratılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer.

— Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Hakk’ın lütfundan mahrumdur.

— Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

— Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti. Ekin zamanı tamamıyla geçmesin; dikkat et!

KURAN-I KERİM DİNLEYELİM











TARİHTE BUGÜN











KURAN-I KERİM







İSLAMİ LOGOLAR















ALLAH YARDIMCIN OLSUN

ALLAH KORUSUN

LA İLAHE İLLALLAH

LAİLAHEİLLALLAH

İSLAMİ LOGOLAR,ARAPÇA ALLAH YAZILARI


























VEDA HUTBESİ









Kategori: Veda-hutbesi





width="500" height="600" quality="high"
pluginspage="http://www.macromedia.com/go/getflashplayer"
type="application/x-shockwave-flash" menu="false">


::Veda HUTBESi::



Bu hutbe, M.S. 632 yılında Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz tarafından yüz bini aşkın müslümana irad edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) Allaha hamd ve senâdan sonra şöyle buyurmuştur.


EY İNSANLAR!
Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım.


EY İNSANLAR!
Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


ASHABIM
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.


EY İNSANLAR!
Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allahın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdulmuttalibin oğlu (amcam) Abbasın faizidir.


ASHABIM!
Cahilliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu (yeğenim) Rebîanın kan davasıdır.


İNSANLAR!
Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!


EY İNSANLAR!
Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde haklarınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.


MÜMİNLER!
Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kurandır.


MÜMİNLER!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...


ASHABIM!
Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.


EY İNSANLAR!
Allah Teala her hak sahibine hakkını vermiştir. Varis için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina yapan için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait olduğunu iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allahın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların düşmanlığına uğrasın! Cenab-ı Hak bu insanların ne tevbelerini ne de şehadetlerini kabul eder.


İNSANLAR!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?


Allahın risâletini tebliğ ettin, görevini yerine getirdin, bize vasiyet ve nasihatte bulundun diye şehadet ederiz.


(Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.)


Şahid ol yâ Rab!


Şahid ol yâ Rab!


Şahid ol yâ Rab!



BALIKLAR VE AKVARYUM


RUHUNUZ RAHATLASIN


Myspace Layouts
#ff3399
cursor

İL İL TÜRKİYE,TÜRKİYE TANITIMI

codebase="http://fpdownload.macromedia.com/pub/shockwave/cabs/flash/swflash.cab#version=7,0,0,0">



type="application/x-shockwave-flash" pluginspage="http://www.macromedia.com/go/getflashplayer" />






TÜRK BAYRAĞI

















MEHTER MARŞI






OSMANLI PADİŞAHLARI

OSMANLI PADİŞAHLARI



















ALLAHIN GÜZEL İSİMLERİ


















Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.

Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.

Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);

"De ki: "İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır '' (el-İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur

Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve hadislerde gecen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır:

1) ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir.

2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan Rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.

3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez. "Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz. "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız. Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir. O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O halde "Rahman" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır.

4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır. Rahman ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:

a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'l ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri kapsar.

b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir.



ALLAHIN 99 İSMİ,ESMAÜL HÜSNA













ESMAÜL HÜSNA ALLAH'IN 99 İSMİ











Hristiyan teologlar (Din Bilginleri)Anlatıyor

Hıristiyan Teologlar (Din Bilginleri) Anlatıyor:
"Kilise ve Vatikan Tarih Boyunca Zenginlik ve İktidar İçin; Cinayet, İşkence, Gasp, Sahte Evrak Düzenlemek, Genelev İşletmek, Makam ve Mansıpları Para Karşılığı Dağıtmak, İnsanları Köleleştirmek, Soykırımlara Destek Vermek Dahil "Akıl ve Vicdan Dışı" Her Türlü Şerri İrtikap Etmiştir: Kilisenin içyüzünü görerek kilise ile alakasını kesen birçok hıristiyan vardır. Yukarıda bunlardan bir kısmının düzenlemiş olduğu bir panelde dile getirelen gerçekleri okuduk. Kiliseden ayrılan hıristiyanlar değişik isimler altında örgütlenmeye çalışmakta, yayınlar yoluyla halkı bilinçlendirmek için gayret sarfetmektidir. Yugoslavya'daki savaşa karşı olan üç eski kilise teoloğu (din bilgini) 1999 yılında "İsa'ya Bağlı Hür Hıristiyanlar" adı altında bir araya geldiler. Bu güne kadar değişik meslek gruplarından insanların bu gruba katıldığını söylüyorlar. "
www.freie-christen.com" adresli internet sitesindeki yayınlarında ilk hıristiyanlar gibi Nasıralı İsa'nın nasihatlerine tutunduklarını söylüyorlar. O nasihatlerde bir tane altın kural; "Kendin için ne istiyorsan, başkaları için de onu iste!" kuralının bulunduğunu söylüyorlar. İlk hıristiyanlıkta, kilisenin, papazların, rahiplerin, kilise üyeliğinin bulunmadığını; bugünkü kilisenin öğrettiği hıristiyanlığın Hazret-i İsa'nın öğretisinden, yolundan ayrılmış sapmış bir hıristiyanlık olduğunu söylüyorlar. Bu sitede kilisenin içyüzü hakkında yazılanlardan bazılarının tercümesini aşağıya alıyoruz. Bu papazların, bu kâfir papa gibilerin iç yüzünü anlamak için bu araştırmaları dikkat nazarlarınıza arzediyoruz: "
Kilisenin zenginliğinin kaynağı kanlı paralardır:'Biz gerçekten para hırsıyla yanıyoruz, küplerimizi altınlarla doldurmak istiyoruz ve hiçbir şey bizi doyurmuyor.' (Piskopos Hieronymus) Vatikanın zenginliği nereden geliyor? Altın, Hisse Senetleri, Holdingler, bina, tarla vb. gayr-i menkuller. Zenginliğine zenginlik katan uygulamalar: Kölelik, para karşılığı ünvanlar dağıtmak, para karşılığı günah çıkarma, malını elde etmek istedikleri kişileri kasten öldürmek suretiyle, altınlarını almak istedikleri kızılderililere vahşi işkenceler yaparak, fuhuşhane işleterek, miras gaspları, sahte belge hazırlamak, köylülerin mahsüllerinden aldıkları paylar, haçlı seferlerinden dönmeyenlerin ve engizisyon mahkemelerinde cezalandırılanların mallarını kiliseye aktarmak.... - Kilise baştan beri köleliği destekliyordu hatta kölecilikle uğraşanlara yardım ediyordu. Papanın kendine ait köleleri vardı. Papa Gregor l in kendine ait yüzlerce kölesi vardı. Rahiplerin gayri meşru çocukları ebedi kilisenin kölesi oluyordu. Sağda solda bulunan çocuklar da aynı şekildeydi. Tours'lu Kutsal Martin'in (bugün bir çok kilisede anıtı bulunmaktadır) 20 bin kölesi vardı. Manastırların da köleleri vardı. Binlerce slav ve Sarazenen köle olarak manastırlara dağıtıldı. Kilisenin İsa'nın sevgi öğretisi ile hiçbir alakası yoktur. Eğer bir kişi o devirde bu işler böyleydi derse onlara Kur'an'dan 'Ellerinizin altında bulunanlardan (köle ve câriyelerden) hür olmak için mükâtebe yapmak (bedel vermek) isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, mükâtebe yapın. (Bedel vermelerini kabul edin). Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin.' (Nûr: 33) ayetini göstermek isteriz. Yani hıristiyanlıkta da başka türlü olabilirdi. Kızılderili köle ticaretini başlatan ve kurumsallaştıran Piskopos Rodriguez de Fosca idi. Kolumbus ona birçok kere köle pazarında satılmak üzere kızılderililer göndermişti. Şubat 1495'de bu amaçla gelen 4 geminin her birinde 12 ile 35 yaş arasında 500 kızılderili vardı. Papa V. Nikolaus 18 Haziran 1452 tarihinde köle ticaretini meşrulaştıran mektubunda aynen şöyle söylüyordu: 'İmansızların devletlerini fethedeceğiz, orada oturanları esir alacağız ve ebedî köleliğe mahkum edeceğiz.' Kilise Avrupa'nın en büyük arsa sahibi kurumudur. Örneğin sadece Fulda'daki manastırın 15.000 arsası vardır. (Sahte Senet ve Belge İçin) Vatikan'ın Fiyat Listesi (1990) - Papa'nın kişiye özel dua senedi imzalaması 5.000 DM. - Papa ile beraber bir özel oturumda bulunmak ve video kasedini temin etmek 30.000 DM. - Doktor ünvanı verilmesi 50.000 DM. - Bir tarikat kurmak için izin 120.000 DM. - Baron ünvanı 300.000 DM. - Krallık ve İmparatorluk ünvanı onayı 2.500.000 DM. - Kutsallaştırma ayinleri 100.000 Euro. Sadece Papa ll. Paul'un 464 kutsallaştırma ayini vesilesiyle 116.000.000 Euro para Vatikan kasasına girmişti. Ölülerin arkasından yapılan ayinler dolayısıyla kazanılan zenginlikler: Papa X. Leo: "Fakirlerin parası yok, bu sebeple bu lütfa eriştirmeleri zordur. Ancak yapacak bir şey yok." Bugün 21. yüzyılda bu durum devam etmektedir. Corvins'in araştırmalarına göre bu tür ayinler sayesinde 600 sene içinde Roma'ya 1 milyar Gulden para aktı. Martin Luther her askerine isyankâr bir tarımcıyı öldürmesi halinde cennette bir yer vaad ediyordu. 1500 senesinde Meksika'da 25 milyon yerli vardı. 100 sene sonra sadece 1 milyon yerli kalmıştı. Peru'nun altın hazineleri hakkında şu söylenmektedir: 'Bugünkü değeri 450 milyon Euro'dur.' Köleleri olan bir evsahibi birçok kızılderilerileri canlı canlı yakıyor, asıyor ya da köpeklerine atıyor, kafalarını ellerini ayaklarını kesiyor, dillerini kopartıyordu.
Din değiştirmeyi reddeden bir yerliye ateşte yakılma cezası verilmesi Hemen herkes kendi durumu elverdiği ölçüde kölelere sahipti. Köleleştirilmiş yerli halklar nesilden nesile tükendikçe papazlar ve köle tacirleri zenginleşiyordu. Tarihçi Bartolome de Las Casas milyonlarca kızılderilinin altınlar için vahşice katledildiğini anlatmaktadır. Yukatan guvernörü (valisi) kaçırdığı yüzlerce kızılderili genç kızı şarap, yağ ya da bir et parçası ile değiştirmiştir. Kilise ülkeleri sömürmede imparatorlardan daha hırslı idi. Papa Avrupalıların av ruhsatını (gasp, sömürme ruhsatı) bizzat kendisi takip ediyordu. Bir İnka hükümdarı muhataplarına 'Sizin papa dediğiniz adam delirmiş, kendisine ait olmayan ülkeleri hediye ediyor.' dediğinde, o anda bir rahip 'Hemen saldırın, size günahlarınızdan af olmayı vaad ediyorum.' demişti. Kendisi de bir hıristiyan olan Bartolome bu vahşeti şöyle anlatıyor: 'İspanyollar kan seven vahşi köpekler besliyorlardı. Bu köpekler kızılderilileri boğuyor ve parçalara ayırıyorlardı. Onların beslenmesi için uzun yürüyüşlerce birçok kızılderili demir zincirlere vurulmuş şekilde domuz sürüsü gibi sıra sıra taşınıyordu. Onları kestikten sonra bazı zaman kendi aralarında 'Bugün bana bu hergelenin dörtte birini ver, yarın ben kestiğim zaman sana borcumu öderim.' şeklinde sözler geçiyordu." İspanyollar çocukları annelerinin gözü önünde köpeklerine yediriyorlardı. İspanyolların eline düşme korkusu ile kendisini ve çocuğunu asan bir Amerikan yerlisi. Amerika'ya ilk akınları yapan İspanya o devirde Avrupa'daki en büyük krallıktı. Bütün vahşetlerini ve soykırımlarını Vatikan'ın ve papazların desteği ile yürüttüler. Bir köye ilk defa girdiklerinde her şeyden önce büyük bir kan gölü manzarası oluşurdu. Dolayısı ile orada oturanlar Hıristiyan (haçperest) ismini duyduklarında tir tir titriyorlardı. Bu işgalcilerin yolları asılmış kızılderililerle doluydu. Misyonerlik hiçbir zaman bu işgaliyete şüpheyle bakmadı, bu kanlı ticareti misyonun bir parçası olarak görüyorlardı.Küçük bir azınlık hariç misyonerler, şiddeti teşvik ediyorlardı. Bir vali kızılderili bir erkek çocuğunu annesinin elinden aldı, bıçağıyla kolları ve bacaklarını kesti, köpeklerine attı, köpekleri onları afiyetle yedikten sonra kalan vücudunu da köpeklerin önüne attı. Kızılderililerin mabedleri hızlı bir şekilde kiliseye dönüştürüldü. Sırf Meksika'da 12.000 mabed kiliseye dünüştürülmüştü. Misyonerler kızılderilileri hiçbir karşılık vermeden çalıştırıyorlardı. Bugünkü gösterişli hıristiyan mabedlerinde hala bu gözyaşı ve kan kokusu mevcuttur. Kolumbus devrindeki kızılderilerin 'ı takip eden yıllarda katledildi. 12 sene içinde ve 400 mil yol üzerinde İspanyollar 4 milyon insanı ya kılıçtan geçirdiler ya da diri diri yaktılar. Ve bu kanlı altınlar kiliseyi bugünkü ölçüsüz zenginliğe ulaştırdı. Ve bugüne kadar bu altınlar geri verilmedi. Papa Innozenz lll. Haçlı Seferi'ne çıkacaklara günahlardan affedilmeleri için iki senelik duasını hasredeceğini vaad etti. Böylece toplanan 200.000 kişilik ordu Fransa'nın Bèziers kentinde kadın çocuk ayırt etmeden 20.000 kişiyi katletti. Hatta kiliseye kaçan kadın ve çocuklar bile katledildi. Daha sonra şehri yaktılar. Haçlı seferlerine asker toplamak için kilise büyük aflar vaad etti. Gökte yer almak için onbinlerce kişi öldürüldü. Hangi tanrı böyle eli kana bulanmış kişileri çevresinde bulundurmak ister. Amerika fethedildiği zaman altınlar için birçok insan öldürüldü. Bu altınlar bugün hâlâ Roma katolik kilisesinde mevcuttur. Papa Alexander Vl. Güney Amerika'dan gelen ilk kanlı altınlarla Roma'daki Santa Maria Maggiore kilisenin çatısını yaptırdı ve kendi ailesinin resmini oraya koydurttu. Bu kanlı altınların büyük kısmı kiliselerin hazinelerine gitti. En açık misal Kardinal Cisneros'un altından yaptırdığı 3 metrelik anıttır.
Engizisyon ve cadı yakılmasından kazanılan zenginlik:Engizisyon 'hak dini' istismar eden soygun ve linç düzeni idi. Kilise hükümdarları her zaman kanlı paraları aldılar, o kadar ki, çok aşırı meblağlar sözkonusudur. 1487'de başa gelen papanın 'cadı tokmağı' isimli yasası 10.000'lerce kadının Avrupa'da işkencelerle katledilmesine sebep oldu. Onbinlerce kadın cadı oldukları gerekçesiyle işkencelerle, yakılarak öldürüldü. Suçlu zındıkların bütün mallarına kilise el koyuyor, yakınları çoğu zaman açlıktan ölüyordu. Engizisyon'un gerçek yüzünü papa Innozenz III.'ün emirleri gösteriyor. O 'zındıkların' ve onların evlatlarının mallarını ellerinden alınmasını emretti. Kanlı paraların daha da hızlı akması ve 'suçlarını' itiraf etmeleri için mağdurları daha ağır işkencelere maruz bırakıyorlardı. 1317 senesinde papa Johannes XXII. bu kanlı paralarla 6 yeni piskoposluk satın aldı. 1163 yılında Papa Alexander III. Tours'deki konsilde imparatorlara farklı dine ait olanları zindana atmalarını ve mallarını gasp etmelerini emretti. Eğer bir şüpheli zındıklıktan dolayı suçlandı ise o zaman mahkemesi olmadan önce bütün malları gasp ediliyordu. Burada da engizisyon'un gayesi rahatça anlaşılıyor. Bir kişi engizisyon mahkemesinden suçlu olarak çıktığı zaman hemen memurlar evini basar ve bütün malını sayardı. Ailesini hiçbir şey vermeden evden atarlardı. Çoğu zaman onlar aç ölürlerdi. Çünkü insanlar engizisyoncuların nezdinde şüpheli duruma düşmek korkusundan yardım etmekten çekinirlerdi. Vatikan devletinde öldürülen diğer din mensuplarının bütün varlığı Vatikan'a kalırdı. 14. yüzyıla kadar suçlu ilan edilenlerin mallarını İtalyan'ın diğer yerlerindeki siyasî otorite ile paylaşan Vatikan bu tarihten sonra bu tür hırsızlama malların 0'ünü almaya başladı. Çoğu zaman kilise ve devlet bu gasp mallarını paylaşmak için onlarca yıl birbiriyle çekişti. Engizisyon heyetlerine katılan bütün yetkililer çok iyi bir şekilde kazanmamış olsaydı, engizisyon çok uzun ömürlü olmazdı. Çünkü birçok insan ve imparatorlar içten içe papanın şeytanî bir şey emrettiğini hissediyorlardı. Tabii ki zengin zındıklar tercih ediliyordu. Bazı durumlarda zenginler çok büyük paralar karşılığında biraz zaman kazanabiliyorlardı. Zaman bittiğinde yine âkıbetten kurtulamıyorlardı. Ne zaman ki bu tür zenginler tükenme noktasına geldi, engizisyon yoluyla yapılan hırsızlamalar sona erdi. Ölüler dahi zındıklıkla suçlanabiliyordu. Böylece mirasına el koyabiliyorlardı. Böylece sevilmeyen insanları mahvedebilme yolu açılmıştı. Zira sevmedikleri insanların anne-babalarını zındıklıkla suçlayıp mallarını ellerinden alabiliyorlardı. Kilise zaman aşımını 100 yıl olarak kabul ediyordu. Böylece bir çok aileleri anlatılamayacak derecede sefalete sürüklüyorlardı. Hayatta olanlarda zaman aşımı söz konusu değildi. Henüz gençken yapılan bir eleştiri çok ileri yaşlarda insanların suçlanmasına sebep olabiliyordu. Çok abes ve vahşi olan bir durum ise şuydu: Her işkence faaliyetinin masrafları ve işkence yapan kişilerin yevmiyesi mağdur veya yakınları tarafından ödenmek zorundaydı. İşkenceler için fiyat listesi vardı. Hayatta olan bir kişiyi dörde bölmek 15 kr. Bir ateş yığını hazırlamak ve yanan külün suya atılması 30 kr. Bir cadıyı canlı yakmak 14 kr. Bir kişiyi kılıçla öldürmek 10 kr. Bir insanın kafasını vurmak 18 kr. Mengene işkencesi 8 kr. Kırbaçlamak, kırbaç başı 1 kr. Mengeneye kişiyi bağlamak, ağırlık asmak, ayak kelepçelerini bağlamak 30 kr. Sürgün 1 kr. Bu şekilde gasbedilen paralar direkt ya da dolaylı olarak kilisenin kasasına gidiyordu. Bir örnek; Mainz'de cadı engizisyonundan gelen paralar Mainz Başpiskoposu'nun sarayına giderdi. Aschaffenburg'daki Johannisberg şatosu bu şekilde temin edilen kanlı paralarla yapıldı. Unutmayın ki, bu kanlı para faizin faizi yoluyla milyarlara ulaşmıştır ve bugünkü kilise sermayesinin bir parçasıdır.
Sahte Belgelere Dayanan Zenginlik:Kiliseye ait malların çoğalması için rahipler ve diğer kilise adamları yalan yanlış sahte belgeler hazırlıyorlardı. Eğer bir rahip ya da piskopos kendi arsasını büyütmek istiyorsa, eski tarihli bir sahte belge düzenleyip arşive koyuyor. Sonra onu çıkartıp bu arsayı sahipleniyordu. Okuma yazma bilmeyen cahil çiftçinin bu duruma karşı yapacak bir şeyi yoktu. Bu sahtekârlık bir sanat haline gelmişti. Bu sanatı meslek edinen rahipler manastırdan manastıra yolculuk yaparak değişik beldelerde sanatını icra etmekteydi. Ölüm yatağındaki rahip Gueron Fransa'yı manastırdan manastıra sahte belgeler hazırlamak için gezdiğini itiraf etmişti. Güney Almanya'da Bodensee gölünde Reichenau manastırı bir suç olan bu işi yapmaktaydı. Papa ll. Stephan sahtecilik suçunun en büyüğünü icra etmişti. Buna göre İmparator Konstantin bütün hıristiyan Batı ülkelerini Papa'ya hediye etmişti. Bu iddianın sahte olduğunu birçok kimse dile getirdi. Ancak bu ifşaatlarını hayatlarıyla ödediler. Heidelberg'li Johannes Dränsdorf 1425 senesinde bu yüzden katledildi. Bu iddianın doğru olmadığına dair şüphelerin yayılması üzerine 1440 senesinde Papa'nın sekreteri Humanist Laurentius Valla İmparator Konstantin adına yüzyıllar sonra bir belge düzenledi. Deschner'in aktardığına göre Vatikan tarihçileri bu sahteciliği ancak 19. yüzyılda itiraf ettiler. Avrupa'da birçok ülkede hâlâ kilise en büyük gayr-i menkul sahibidir. Bu gayr-i menkullerin kaç tanesi dürüst bir şekilde alındı? Kaç tanesi çalındı, kaç tanesi gasbedildi?
Mirasa Konma Yoluyla Zenginlik:Eski çağdan beri kiliselerin gayr-i menkullerinin artmasının ana sebebi verasetlerdi. 4. yüzyılda bile Papa Damasus'un sinsice mirasa konma faaliyetleri o dereceye varmıştı ki İmparator duruma el koymak zorunda kaldı. Zındıklıkla itham edilme korkusu sebebiyle her gayr-i menkul sahibi malının bir kısmını kiliseye bağışlıyordu. Çünkü öldükten sonra bile zındıklıkla itham edildiği takdirde ailesinin bütün mallarına el konabilirdi. Zındıklıkla itham edilen kişi kutsal kabul edilen toprağa girmekten bile mahrum kalabiliyordu. Yani cesedi gömülmüyordu. Bu dini ve pisikolojik baskı sebebiyle kilisenin malları genişledikçe genişliyordu. 1170 yılında Papa Alexander lll. ün verdiği hükme göre bir papazın önünde yapılmayan vasiyetname geçersiz kabul ediliyordu. Bu hükme dikkat etmeyen noterlere afaroz cezası verilirdi. Bir vasiyet belgesinin mahkeme nezdinde geçerli kabul edilmesi için mutlaka kilise onayı gerekliydi. Kiliseye vasiyet yoluyla mülk bırakmak kişinin cehennem azabının kısalması için en güvenilir yöntem kabul ediliyordu. İnsanların ebedi cehennemde kalma korkusu kiliselere bol bol kazanç sağlıyordu. Bugün de bu böyledir. 5. yüzyılda kilise papazı Salvian şöyle vaaz ediyordu: 'Her kim malını kilise yerine çocuklarına bırakırsa tanrının buyruğuna aykırı hareket etmiş olur.'
Yüzde 10 Zenginliği:Ortaçağ'da bütün tarla sahipleri mahsüllerinin ve gelirlerinin 'unu kiliseye vermek zorundaydı. Her kim bu borcunu düzgün ödemezse papaz tarafından lanetlenme ve afaroz edilme tehlikesini davet etmiş oluyordu. Papa Plus V. kendi memurlarına şu talimatı vermişti: 'Ceza parasını ödemeyen kişi ilk seferinde elleri beline bağlanarak bir gün boyunca kilise kapısında ayakta duracaktı. İkinci sefer ödemezse yolda kırbaçlanarak götürülecekti. Üçüncüsünde ise dili deliniyor, kürek çekme cezasına çarptırılıyordu. Stedinger bölgesinin çiftçileri bu payı vermedikleri takdirde kiliseye bağlı derebeyleri ile birlikte gidip, borcunu ödemeyen çiftçiyi öldürüyor, mallarını gasbediyorlardı. Ödememekte direnen çiftçiler için engizisyon faaliyete geçiriliyordu.
Makam-Mansıp Satışı Zenginliği:İsa makamlar mevkiler tanımıyordu. Fakat katolik kilisesi bunu farklı görüyor. Papa Innozenz lll. vazifeye geldikten hemen sonra 52 tane yeni sekreter makamı kurdu. Bunları 79.000 altın karşılığında sattı. Papalar makamları yeniden satabilmek için önceki papanın satışını kabul etmiyordu. Papa Leo X. 39 yeni kardinal makamı kurdu. Bunları 511.000 duka altına sattı. Bir kardinal şapkası o zaman 10.000 ile 30.000 altındı. Hatta papalık makamı da satılıktı. En çok altını veren papa oluyordu. 1492 yılında Papa Innozenz Vlll. ölünce Kardinal della Rovere büyük favori gözüküyordu. Ceneviz devleti 1.000.000 altın, Fransa kralı 200.000 altın onun emrine vermişti. Onun rakibi Rodrigo Borgio dört papadan beri bu kutsal makamın yardımcısı idi. Kendisinin teklif ettiği rüşvet paraları nefes kesici idi. O piskoposlukları, villaları, hatta komple şehirleri bir kardinalin oyunu alabilmek için hediye etti. Borgio Ağustos 1492 senesinde papa seçimi için yapılan 5 günlük kardinaller toplantısında hediyeler yanında makamlar için sözler verdi. Rüşvet teklif etmekten çekinmedi. Hepsi seçimi kazanabilmek içindi. Bazı kardinaller saraylar, şatolar, araziler ya da paralar istiyordu. - Kardinal Orsini oyunu Monticelli ve Sariani şatoları karşığında sattı. - Kardinal Ascanio Sforza 4 merkep dolusu gümüş ve kilisenin papazlık makamı karşılığında sattı. - Kardinal Colonna zengin St. Benedikt manastırını ve ona ait bütün hakları kendine ve ailesine ebedi olarak istedi. - Kardinal St. Angelo Porto piskoposluğunu, oradaki şatoyu ve bir kiler dolusu şarap istedi. - Kardinal Savelli İtalya'nın Civita Castellana şehrini aldı. - Rodrigo'nun kazanmak için bir oyu eksikti. Sonucu belirleyen oy Venedikli bir rahibe aitti. O sadece 5.000 krone ve Rodrigo'nun 12 yaşındaki kızı Lucrezia'yı bir geceliğine istedi. Sonuç belli oldu ve cebindeki 22 kardinal oyuyla Rodrigo Borgia'ya Papa Alexander Vl. ünvanıyla papalık makamı verildi.
Cinayet İle Zenginlik:Tarihçi Thomas Tomasi şöyle yazmıştı: 'Papa'nın ikâmetindeki güncel ve her gün olan cinayet ve tecavüzleri saymak mümkün değildi.' Bir insanın ömrü o kadar uzun değildir ki, bütün öldürülen, zehirlenen, Tiber nehrine atılan kişilerin ismini kaydedebilsin. Cinayet Papa Alexander Vl. nın iyi bir ek gelir kaynağı idi. Makam satışı o kadar iyi bir gelir kaynağı idi ki Papa Alexander Vl. kardinalleri bir müddet geçince zehirletiyordu. Boş kalan makamı sattığı gibi ölen kardinallerin mal varlıklarını da kendi üzerine alıyordu. Robert Hutchison'un 'Die Helige Mafia des Papstes', 'Papanın Kutsal Mafyası' isimli kitabında; açıklanamayan bir çok ölüm hadisesini dile getiriyor. Bunların hepsi Vatikan ya da Vatikan'a yakın bir teşkilatla ticari ya da kişisel ilişki içinde idi. İddialarını şu ölüm hadiselerine dayandırmıştı: 1975: Fransız senatör Prens Jean de Broglie, 1977: Charles Bouchard, Leclerc-Bank'ın Cenevre Genel Müdürü, 1978: Papaz Giuliano Ferrari, 1978: Ortodoks Papazı Nikodim, 1978: Papa Johannes Paul I., 1978: Az zaman sonra Kardinal devlet sekreteri Villot, 1979: Kardinal Vagnozzi, Vatikan Ticaret Bakanı, 1981: Francesco Cosentino, P2-Lojası, ........ 1994: Salvador başpiskoposu Rivera Damas, 1998: Vatikanbank'ın Napoli müdürü Aldo Palumbo ... Vatikan'da çalışan ve isim vermek istemeyen, kendilerini 'Gerçeğin Havarileri (Yardımcıları)' diye niteleyen grup Vatikan'ın politik, ekonomik, lojistik bu muazzam gücünü kendi aralarında paylaştırmak isteyen masonlar ile uluslararası çalışan bir grup arasında ağır bir çekişme yaşandığını söylüyorlar. Papa sadece bir etiket olarak vazife görüyor. Bunların iddiasına göre Papa Paul l. Vatikan içindeki karanlık finansal ilişkileri, şaşalı yaşantıyı ve rüşveti kaldırmak istiyordu. Ancak ömrü çok kısa oldu. (Sadece 33 gün.) Cenazesi görülmesini engellemek istercesine hemen tahnit edildi.
Ek Gelirler:Papa Alexander Vl. rüşvetle katilleri serbest bırakıyordu. Şöyle söylüyordu: 'Tanrı suçlunun ölmesini değil, ödemesini ve yaşamasını istiyor.' Günde ortalama 14 cinayet yaşanan Roma'da bu iyi gelir getiren bir yöntemdi. Aynı papa bir asilzadeye kendi kız kardeşiyle fücur yapmasına izin veriyordu. Bunun bedeli 24.000 altındı. Valensia Kardinali Peter Mendoza ilişkiye girdiği çocuğu kendi çocuğu gibi gösterebilmek için Papa'dan ruhsat almıştı.
Fuhuş Zenginliği:Papa Sixtus lV. (1471-1484) Türklere karşı savaşı finanse edebilmek için Roma'da seçkin erkek ve kadınlara hitap eden bir genelev yaptırmıştı. Senelik geliri 26.000 düka altındı. Papa Klemens Vl. zamanında (1342-1352) fahişeler o kadar çoktu ki, Papa onlardan vergi almaya başladı. Tarihçi Joseph McCabe araştırmaları esnasında bir papazın dul bir doktor hanımından genelev satın aldığını ve bu belgeye 'Tanrımız İsa'nın adıyla' diye başlandığını naklediyor. Almanya'da Strassburg'un piskoposu bir genelev idare ediyordu. Aynı şehirdeki manastırda fahişeler iş yapıyordu. Würzburg Katedrali'nin baş papazı (dekanı) kanuni olarak bölgesindeki köylerin her birinden her sene bir at, yiyecek ve bir de genç kız alma hakkına sahipti. Papa Julius ll. 2 Temmuz 1510 yılında verdiği resmi bir belgede bir genelevin kuruluşu ve işletilmesi için yetki vermişti. Onu takip eden papalar Leo X. ve Klemens Vll. aynı şekilde haklar tanıyorlardı. Ancak bir şartları vardı. Genelevlerde çalışan kadınlar öldükleri takdirde mallarının dörtte biri St. Marie Madeleine rahibelerine verilecekti.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

ALLAHIN 99 İSMİ, ESMAÜL HÜSNA,


BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

-30 bölümlük meşhur et-Tasrif Limen Acize Ani’t-Telif isimli ‘Tip Ansiklopedisi’ni oluşturmak için Zehravî’nin (936–1013) tam 50 yılını harcadığını ve bu kitabin Orta Cağ Avrupa cerrahisinin temel eseri haline geldiğini...

-Ibn-i Sina’nın (980-1037) el-Maadin adı altında mineralojinin temellerini okuttuğunu...

-Kadife ile beraber dokuma tekniğinin Müslüman tekstilciler tarafından Avrupa’ya tanıtıldığını...

- Orta Cağ Avrupasında 12–14. yüzyıllarda Müslüman ilim adamlarından yapılan tercümeler dışında kayda değer ilmî bir eserin bulunmadığını...

-Günümüzdeki ile tıpatıp ayni olan Trigonometri tablolarının, 1000 sene önce büyük İslâm âlimi Battanî (858–929) tarafından meydana getirildiğini...

-Ferganî’nin (850–895) kaleme aldığı “Gök Kürelerinin Hareketleri” kitabinin Avrupa’da tam yediyüz sene tek otorite olarak okullarda okutulduğunu...

-Coğrafyacı ve haritacı Ibn-i Havkal’in (10. yy.) dünya coğrafyasını yazmak için tam otuz sene seyahat ederek bilgi topladığını ve bu topladığı bilgilerle “El-Mesalih ve’l-Memalik” adli meşhur eserini yazdığını...

-Güney Rusya, Hindistan ve Anadolu hakkında ilk ayrıntılı bilgilerin Müslüman coğrafyacılar tarafından kaleme alındığını, Cin’in resmî haritasının bile 14. yy. Müslüman haritacılar tarafından yapıldığını...

-Günümüz Matematiğine cebirin “el-Cebr ve’l-Mukabele” adli eseriyle Harizmî (780–850) tarafından kazandırıldığını...

-Zamanın en geniş ilaç yapım laboratuarının el-Vahidî tarafından bilim dünyasına kazandırıldığını...

-Nijer Irmagi hakkında en eski doğru ve detaylı bilgilerin Mes’ûdi’ye (?-956) ve Volga nehri hakkındaki ilk detaylı coğrafî bilgilerin Bağdat halifesi tarafından 921 yılında araştırma için gönderilen Ibn-i Fadlan’a (10. yy.) ait olduğunu...

-Residuddin’e(1280–1318) ait “Câmî et-Tevarih” isimli kitabında 14. yy.da kapsamlı bir şekilde Cin tarihinin islendiğini...

-Batinin eczacı nedir bilmediği 9. yy’da sadece Bağdat’ta 60 eczacının reçete ile ilaç verme uygulaması yaptıklarını...

-9. yy’dan başlayarak tam 600 sene dünyanın herhangi bir yerinde bilim tahsili yapacak herkesin “bilim dili” olan Arapca’yı öğrenmek zorunda olduğunu...

-Tarihte ilk defa gezici klinik servisinin 11. yy’da Müslümanlar tarafından oluşturulduğunu...
-Batılı bütün bilginlerce dünya düz kabul edilirken, dünyanın yuvarlak olduğunu, Harizmî’nin “Kitab el-Suret el-Ard” kitabında 9. yy’da ispat ettiğini...

-Sorbon Üniversitesi talebelerinin 19. yy’a kadar, Ibn-i Sina’nin “el-Kanun fi’t-Tip” kitabından imtihan olmadan mezun olamadıklarını...

-Asil adi Ebu Yusuf Yakup bin Ishak olan ve Avrupa’da “Al-Kindus” lakabıyla tanınan Kindî’nin (796–872) çeşitli konularda 265 ayrı bilimsel ders kitabi yazdığını...

-Kıta kaymaları, epirojenez, orojenez ve levha tektonigine ait ilk bilgilerin 10-12. yy’da yaşamış Müslüman jeologlara ait olduğunu....

-“Sinüs Teorisi” ve çok bilinmeyenli denklemlerin Müslüman matematikçilerce ilim dünyasına kazandırıldığını.

1)İDARECİ HER HAREKETİNDE ADİL OLMASI GEREKTİĞİNİ: -İslam dini idarecilere şunu vaaz eder. “Elinizin altındakilere muamele ederken, adaletli davranın, ayırım yapmayın. Toplumdaki konumu ne olursa olsun, herkese eşit muamelede bulunun.”Halife Ömer, hakim olarak görevlendirdiği Ebu el–Eş'ari'ye bir mektup yazar ve uyarıda bulunur: "Onlara yüzünü çevirirken, huzurunda otururken ve aralarında hüküm verirken insanlar arasında eşitliği sağla! Bunu yap ki, şerefli bir kimse kendisine meyledip, onu kollayacağını ü-mit etmesin, zayıf kimsede adaletinden ümit kesmesin."


2) ÇOCUKLARA MAAŞ BAĞLANDIĞINI: Bir gece Hazreti Ömer'in yolu Medine'nin kenar mahallelerinden birine düşer. Yolda yürürken, bir çocuğun ağladığını işitir. Önce önemsemez, sıradan bir ağlama diye düşünür. Fakat çocuğun ağlaması duracak gibi değildir. Ömer'in dikkatini çeker. Sesin geldiği hanenin yanına varıp, içeri girmek için izin ister. Haneye giren Ömer kucağında çocuk olan kadınla tartışır. Kadın karşısındakinin Halife Ömer olduğunu bilmez. Ömer, çocuğu ağlattığı için kadına sitem eder. Kadın der ki:

–Sütüm kesildi, çocuğumu emziremiyorum. Halife'nin süt emen çocuklara maaş bağladığını duymuştum. Kimse bana yardım etmedi. Çok fakirim, elimden de bir şey gelmiyor... Hazreti Ömer, kadının yanından hemen uzaklaşır. Evine gelen Ömer perişandır. Sabah namazına mescide çıkar, namaz sonrası dostlarına döner, yaşlı gözlerle şunları söyler:

–Vah Ömer'in zavallı haline... Bu güne kadar kaç Müslüman'ın çocuğunun ölümüne sebep oldu acaba? Aynı gün Medine ve çevresine çıkan tellal halka şu bildiriyi duyurur: "Çocuklarınızı sütten kesmek için acele etmeyin. Beytülmalden her bebeğe maaş bağlanacaktır."


3) FAKİR VE DÜŞKÜN GAYRİMÜSLİMLERE YARDIM EDİLDİĞİNİ: Hazreti Ömer yine bir gün Medine'nin kenar mahallelerinden birinden geçmektedir. Yaşlı, âmâ bir dilenci ile karşılaşır. Dilencinin Yahudi olduğunu öğrenen Ömer ona sorar:
–Seni bu duruma düşüren sebep nedir? Âmâ Yahudi:
–Cizye verdik, zamanla muhtaç duruma düşmeye başladım, yine cizyemi verdim. Sonra yaşlılık geldi ve bu duruma düştüm. Hazreti Ömer can evinden vuruldu. Âmâ Yahudi'nin elinden tutarak, onu evine getirdi. Önce karnını doyurdu, sonra ona yetecek kadar yardımda bulundu. Beytülmal sorumlusunu çağırarak ona şu talimatı verdi: "Bu ve bunun gibi olanlara dikkat edin. Allah'a yemin ederim, eğer biz onun gençliğinin verimini aldıktan sonra kocayıp yaşlanınca böyle sefil bırakırsak, ona karşı insaflı hareket etmiş olmayız. Zekât fakirlere ve miskinleredir. Buda kitap ehlinin yoksullarındandır."


4) GAYRI MÜSLİM HALKIN İSLAM'IN HİMAYESİNDE OLDUĞUNU: Irak yeni fethedilmişti. Halkın önemli bir kısmı İslam'ı kabul etmiş, eski dinleri üzerine kalanlarda olmuştu. Bunların arasında Hîre halkı vardı. Irak fatihi Halid bin Velid Hîre halkı ile bir anlaşma yaptı. Hazreti Halid; anlaşma metninde şunları yazdı: "Bütün Hîre halkı cizye verecek. Ancak! Çalışamayacak kadar yaşlı, herhangi bir hastalığa müptela olmuş yâda durumu iyiyken fakir düşmüş, kendi dindaşları sadaka vermeye başladığı kimselerden cizye alınmayacak. Beytülmalden onlara ve ailelerine yardım yapılacak. Ta ki fakir ve miskinler İslam yurdunda kaldıkları sürece, onların ihtiyaçları karşılanacaktır. İslam yurdundan ayrılıp, başka yere giderlerse bizim onlara karşı olan yükümlülüğümüz son bulacak."


5) DİLENCİ GAYRİ MÜSLİMLERE MAAŞ BAĞLADIĞINI: Hazreti Ömer, yine bir gün yaşlı bir dilenci ile karşılaşır. Dilencinin gayrimüslim olduğunu öğrenir. Gayrimüslim dilenciye: –Gençliğinde senden cizye alıp yaşlanınca seni bu halde bırakırsak, biz sana karşı insaflı davranmış olmayız, dedikten sonra beytülmal görevlisine şu talimatı verdi: –;;;Bu adamın hâlını düzeltecek kadar maaş bağlayın.


6)GAYRİ MÜSLİMİ ÖLDÜRENİN CENNET KOKUSUNU ALAMIYACAĞINI: Anlatacağımız hadise Mısır'da kurulan "Tolun" devleti zamanında meydana geldi. Tolun devleti, İlk Müslüman Türk devletidir. Kurucu hükümdarından başka içinde Türk yoktu. Mısır'da yaşayan Hıristiyan rahiplerden biri, Tolun ordusunun komutanlarından biri tarafından gasp edildiğini söyleyerek, hükümdar Ahmet bin Tolun'a arz edip, şikâyette bulundu. Ahmet bin Tolun, adı geçen komutanını çağırıp, onu şiddetle azarladı. Rahipten aldığı malı geri verdirdikten sonra: "Rahip eğer iddia ettiğin malın kat kat fazlasını dahi söylemiş olsaydı, o miktarı sana geri ödemeni söyler, seni buna mecbur ederdim." dedi.


7)İSLAM DEVLETİNİN ZENGİNDEN ALIP FAKİRLERE VERDİĞİNİ: İslam devleti; fakir, yoksul ve miskinlerin ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Gün olurda devletin beytülmali (hazinesi) ihtiyaca cevap vermeyecek duruma düşebilir. Fakir, garip ve miskinler bu durumda ne yapacak? İşte İslam devleti bunun çözümünü şöyle açıklamaktadır. “Devlet zenginlerin mallarından, fakir, garip ve miskinlerin ihtiyaçlarını karşılayacak kadarını alabilir. Zenginler devletin verdiği bu karara uymaya mecburdur.”


8)HALİFENİN HESAP VEREMEME KORKUSUNDAN AĞLADIĞINI: Ömer bin Abdülaziz öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, yönetimi altındaki her ferdin derdi ile dertlenir, sıkıntısına ortak olurdu. Bir gün evinde kıldığı namazın ardından, namazgâhından kalkmadı. Elini yanağına koyarak, ağlamaya başladı. Durumu gören hanımı yanına gelip:

–Niçin ağlıyorsun, diye sordu? Ömer bin Abdülaziz:

–Yazık sana ey Fatima! Ben ümmetin bütün işlerini üzerime almış bulunuyorum. Bu işlerin içinde aç kalan fakir, bakımsız hasta, çaresiz çıplak, gönlü kırık yetim, dul kadın, kahretmiş mazlum, esir alınmış yabancı, malı az olup bakmakla yükümlü çocuğu çok olan, bunların her birini düşünmek zorundayım. Aziz ve Celil olan Rabbim kıyamet gününde bunların halinden beni soracak ve beni bunların hâllerinden sorumlu tutacak. Peygamberimiz bunlar için benimle davalaşacak. Rabbimin sorumlu tutmasına, peygamberimin davalaşmasına karşı hiçbir delilimin, dayanağımın olmayacağından korkuyorum. Namazdan sonra bunlar aklıma geldi de ağladım.


9)KİMSENİN HAKKININ KİMSENİN YANINDA KALMADIĞINI: İslam Halifesi Hazreti Ömer... Mısır'dayız... Amr İbnu'l

–As Mısır valisidir. Amr'ın oğlunun da katıldığı bir yarış yapıldı. At yarışını, bir Kıpti kazandı. Bu durum Amr'ın oğlunu öfkelendirdi. Bir Kıpti koskoca valinin oğlunu nasıl geride bırakır? Amr'ın oğlu Kıpti'yi kırbaçlar... Kırbaçlanan Kıpti hakkını almak için Medine'nin yolunu tutar. Başına gelenleri Medine'de Halife Hazreti Ömer'e arz edip şikâyette bulunur. Hazreti Ömer, Kıpti'ye beklemesini söyler. Mısır'a da haber göndererek Valinin oğlunun derhal Medine'ye gelmesini emreder. Amr İbnu'l

–As'da oğlu ile birlikte Medine'ye gelir. Davalı davacı karşı karşıyadır. Hazreti Ömer elindeki kırbacı Kıpti'ye verir:

–Sana kaç kırbaç vurduysa, sende o kadarını şu soylunun oğluna vur. Kıpti, kırbacı vurup bitirince, Hazreti Ömer:

–Şimdi şu kırbacı Amr'ın çıplak alnına vur. Oğlu, babasının valilik makamından güç almasaydı sana kırbaç vuramazdı, der. Kıpti Valiye vurmaktan imtina eder:

–Ben bana vurana vurdum, bu kadarı benim için yeterlidir, der. Bunun üzerine Hazreti Ömer Amr İbnu'l

–As’a döner ve şu çağları aşan sözünü söyler:

–Ey Amr! Annelerin hür olarak doğurduğu insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz. İslami yönetim altında bulunan fertler özgürlüklerini alabildiğine yaşar. İnsan hiçbir beşeri rejimde olmayacak kadar özgürdür. Ulaşım imkânlarının son derece kısıtlı olduğu bir devirde, kendine haksızlık yapan valinin oğlundan hakkını almak için Mısır'dan Medine'ye gitmek göze alınıyordu. İnsanlar biliyordu ki; İslam, kimsenin hakkını, kimsenin yanında bırakmaz.


10)İSLÂM DİNİNİN TEKELLEŞMEYE KARŞI OLDUĞUNU: Resulullah'ın "Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, Hattab'ın oğlu Ömer olurdu" buyurduğu, İslam tarihinin gözbebeği Hazreti Ömer'in halifelik devrindeyiz. Fetihler yapılıyor, İslam her geçen gün daha çok yayılıyordu. Bununla beraber, Müslümanların imkânları genişliyor, refah seviyesi yükseliyordu. Kureyş'in ileri gelen eşrafı ticarete ağılık vermeye başladı. Servetlerini çoğalttıkça çoğalttılar. Öyle bir duruma gelindi ki; Kureyş'liler devrin en büyük zenginleri oldu. Halife Ömer bu gelişmeyi endişe içinde yakından takip etmektedir. Bir gün Hazret Ömer Kureyş'ın zenginlerini toplar ve onlara şu tarihi uyarıyı yapar:

–Ey Kureşliler! Siz Allah'ın malını kendi aranızda dönüp dolaştırıp bir güç haline gelmek istiyorsunuz. Şunu bilin ki; Hattab'ın oğlu Ömer hayatta kaldıkça bunu size yaptırmayacaktır. Şunu bilin ki; ben sizi Medine taşlığında durup bekleyeceğim, sizi cehenneme götürmesinler diye kuşaklarınızdan tutup çekeceğim. İslam sermayenin birkaç kişinin tekelinde toplanmasına karşıdır. Ticaret birkaç kişi ve gurubun arasında tekelleşirse, insanların arasına kin duyguları girerek cemiyet sınıflara bölünür. Sömürü düzeni kurulur, zulüm artar. İnsanlığın 21. yüzyılda ancak akledebildiği bir hususu Hazreti Ömer bin dört yüz yıl önce uyguladı.


11)FATİH'İN TOPLARI:Fatih Sultan Mehmed'in, Istanbul'un fethi icin balistik hesaplarini bizzat kendisinin yaptigi, yaklasIk 17 ton bakir kullanilarak dokulen ve 1,5 ton agirligindaki mermileri 1000 metre uzaga atabilen muazzam toplar dokturdugunu... 50 cift manda ve 700 askerle iki ayda Edirne'den Istanbul yakinlarina getirilebilen bu, o zamana kadar misli gorulmemis toplarin ilk deneme atislari yapilmadan once yakinda bulunan kimselerin dillerini yutmamalari ve gebe kadinlarin cocuklarini dusurmemeleri icin sehrin her tarafina munadiler salinarak toplarin atilacagi zamanin ilan ettirildigini... Insaatinda Koca Sultanin da tas tasidigi Rumeli Hisari'nin, alti bin iscinin geceli gunduzlu vecd ve iman havasinin lezzeti ve heyecani icinde calismasi sayesinde yuz otuz iki gun gibi akil almaz bir zamanda bitirildigini.. Hisarin planina kus bakisi nazar edildigi zaman, Arapca 'Muhammed" yazisi okunacak sekilde oldugunu... Bu muazzam hisarin "Mim" harflerinin oldugu yerde kulelerin , "Ha " ve "Dal" harflerinin oldugu yerde ise istihkamlarin yer aldigini...


12)HARAM YEMEYEN ORDU Osmanli ordusunun, Islam'i tek bir bayrak altinda toplamak gayesiyle Misir seferine giderken Gebze yakinlarindaki baglik-bahcelik bir arazide mola verdiginde Yavuz Sultan Selim'in butun askerlerin heybelerini arattigini ve hicbirinde meyve cinsinden bir sey cikmamasi uzerine ellerini Ulu Dergah kaldirip : "Allahim, sonsuz sukurler olsun! Bana haram yemeyen bir ordu lutfettin. Eger askerimin icinde tek bir kisi sahibinden izinsiz bir meyve yeseydi ve ben bunu haber alsaydim Misir seferinden vazgecerdim" diyerek Rabbine hamd u senalarda bulundugunu...


13)"Ayağını yüzüme baski . Yüzüm Allah Katinda şeref Kazansin" Hintli Müslüman kardeşlerimizin, Osmanlı Devleti'nin Balkan Savaşında yüzlerce şehit ve binlerce yaralı verdiklerinin haberini almaları üzerine, kilometrelerce ötedeki kardeşlerinin acılarını bir nebze olsun dindirebilmek için bir heyet teşkil ederek Türkiye'ye gönderdiklerini... Bu heyetin savaş boyunca birçok din kardeşinin yaralarını sarıp başarılı hizmetlerden sonra 1913 Temmuz'unda Hindistan'a döndüğünü… Heyetin Bombay'da büyük bir karşılama merasimi hazırlanıp, gemi limana yanaştığında o günkü Hintli Müslüman liderlerden Muhammed Ali Cevher' in, heyet başkanı Doktor Ensari'ye : "Sen mucahid Osmanlı ordusuna hizmet edip geldin. Ayağını Hindistan topraklarına basmadan bu benim yüzüme bas da, yüzüm Allah katında şeref kazansın" diyerek başını yere koyup yüzünü Dr. Ensari'nin ayakları altına uzattığını...


14)Trablusgarp Mucahidleri Trablusgarp savaşında Osmanli askerlerinin arasında bulunmuş olan Fransiz gazetecisi Georges Lemonun gordukleri karşısında hayretler içinde kalarak: "Türk subayları içinde on iki kez yaralanmiş olanlar vardı. Muthiş bir şey kendileri ile konuştuğum zaman edindiğim intiba şu oldu: "Türk subaylarında yenmek ve ölmek duygusu, inanilmaz bir istek halinde yaşıyordu" diye hatıralarında intibalarını yazdığını...


15)Sultan Vahdeddin'in Vatanperverliği:Osmanlı ordusunun silahlarinin elinden alindigi , duşman filolarinin çanakkale Bogazi'ni aşıp Istanbul'a dayandığı felaketli bir dönemde halife sıfatiyla Osmanlı tahtına oturan Sultan Vahdeddin'in, Osmanlı askeri olarak, şahsını korumak için bırakılmış olan biricik taburu Ayasofya Camii' ne göndererek:"Aziz Istanbul'un fethinin sembolu olan Ayasofya'ya çan takmak isteyenlere ateş ediniz!" emrini verdiğini...


biliyor muydunuz?

23 Temmuz 2008 Çarşamba

MUCİB


Mücîb : Duaları kabul eden.
Al-Mujib : The Responder to Prayer who grants the wishes who appeal to it.
Cenab-ı Hak buyuruyor.

"Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar."
Dua kulluk makamlarının en önemlisidir.

Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah'a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah'ın kudretine her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır. Bu da en büyük makamdır.

İstenenin açıkça ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir. Zaman olur ki edep ve yerini bilen huzur ehli için hâl, sözden daha edepli olur. "Ey Rabbim huzurundayım, hâlim sana malum." demek, söyleyenin makamına, kalbinin doğruluk ve ihlas derecesine göre, en belağatlı dualardan daha belağatlı olur.

Dua hakkında naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkar edebilirler.

"Bana dua ediniz ki size icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60),"Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua ediniz." (A'râf, 7/55), "Yoksa sıkıntıya düşen kimseye, kendisine dua ettiği zaman icabet eden mi?" (Neml, 27/62), "De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?" (Furkan, 25/77),
"Hiç olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman bari yalvarsaydılar. Fakat onların kalbleri katılaşmıştır." (En'âm, 6/43) gibi nice âyetler vardır.

Bunların sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip istemeyenlere gazab eder.

Dua eden kimsenin gönlü, Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe gerçekten dua etmiş olmaz. Allah'tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de Hakk'ın birliğinin marifetine dalar. Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme ve insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve o zaman Allah'ın yakınlığı hasıl olur. Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu sürece Allah'a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur. Bu, kaldırıldığı zaman ise: "Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını görür." (Ğâfir, 40/44) âyetindeki havale, tam bir samimiyetle ortaya çıkmış bulunur. Göz, Hakk'ın gözü olarak görür; kulak, Hakk'ın kulağı olarak işitir; kalb Hakk'ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman milyonlarca sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah'ın dilemesi hükmüyle, "ol" demekle oluverir.

İşte Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri defetmek ve kullarını irşad için duanın önemine işaret ederek oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki: Kullarım sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da benim emirlerime candan icabet edip, tutunsunlar ve bana inansınlar... doğruca arzularına kavuşabilsinler."

Müslüman daima Allah'a muhtaç olduğunun bilincinde olmalı ve yalnız O'na güvenip dayanmalıdır. O'nun duaları işittiğini, başına gelen bela ve musibetleri bildiğini, sıkıntı ve zorluklardan haberdar olduğunu unutmamamlı ve ümitsizliğe kapılmamalıdır. Dua yaptığı ve talepte bulunduğu istekler, kendisini Allah'a yaklaştıracak istekler olmalıdır. (4)
İhlasla "Yâ Mücib" diye bir müslüman bu isme devam etse, insanlar tarafından sevilir, duası kabul olur.

55 defa okuyanın meşru duaları kabul olunur. (Allahulalem)

RAKİP


Rakîb : Bakıp gözeten ve kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen.Ar-Raqib : The Watchful One
Cenab-ı hak buyuruyor:"Allah her şeyi gözetler"
"Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir."
"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin. "
Rakib ismi, Kur'an-ı Kerim'in 3 yerinde geçmektedir.

Rakib, koruyup gözetleyendir. Öyleki hiçbir şey O'ndan kaybolmaz. Gizlilikleri ve sırları bilen, görendir. Hiçbir söz ve gizli konuşma O'na gizli değildir. Allah, unutmasının mümkün olmadığı mutlak ilmiyle bütün varlıkları gözetleyip denetleyendir.

Her müslüman, Yüce Allah'ın kendini ve bütün varlıkları gözetlediğini, onları murakebe ettiğini, bunun için herkese iki melek tayin ettiğini, bu meleklerin insanın her sözünü ve her fiilini yazıp kaydettiğini, Allah'ın ahirette ceza veye mükafatı bu murakebeye göre vereceğini bilmelidir. Allah'ın kendisini gözetlediğine dair bilgisi kesinlik (yakîn) derecesine ulaşan kimse, ömrünü boş ve yararsız işlerde harcamaz, alıp verdiği nefesleri bile O'nun zikriyle almaya çalışır. Bütün davranış, işlerinde ve sözlerinde O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket ve davranışlarda bulunur, insanlarlailişkilerini bu esas üzere düzenler. Rabbin kendisini gözetlediğini unutmayan kalp, kalp ilimlerinde ileri derecelere ulaşır.

Allah yoktan yarattığı tüm varlıkları koruyup gözetendir. Uzayın derinliklerindeki yıldızlar ve sistemlerden, dünyayı kuşatan atmosferdeki olaylara, insanın meydana getirdiği toplumlardan, yeryüzünü kaplayan bitki örtüsüne, insan bedenindeki kompleks ve karmaşık sistemlerden, mikro ve makro alemlere, gözle göremediğimiz tüm boyutlara kadar herşeyi her an kontrol eden, gözetleyen, şahit olan, denetleyen Allah'tır.

İnsan başıboş bırakıldığını, amaçsızca hayatını sürüdürebileceğini zannedebilir. Ama hangi iş üzerinde olursa olsun Allah onun üzerinde şahittir. Hiç kimse Allah'tan bir şey gizleyemez. Gizli anlaşma, plan, sır, tuzak; bunlar Allah Katında asla gizlenemeyecek olaylardır. Herşeyi gören, işiten ve bilen Allah'ın Zatından hiçbir şey gizli kalamadığı için, herkesin yaptığına eksiksiz bir adaletle karşılık verilir. Birçok kişide "Allah'ın kainatı yarattığı sonra herşeyi kendi haline bıraktığı" gibi çarpık bir düşünce vardır. Oysa bu çok büyük bir yanılgı ve zandır.

İnsanın çıplak gözle hiçbir zaman göremeyeceği hücre içindeki ayrıntıları Allah en ince ayrıntısına kadar bilendir. Vücut içindeki bir hücre diğer trilyonlarca hücreyle birlikte son derece uyumlu bir şekilde hareket ederken, bazen birden farklı bir davranış içine girer ve bugün tam olarak kaynağı ve tedavisi bulunamamış olan kanser ortaya çıkar. İnsan kendi içinde oluşan bu yapıdan hiç haberdar değilken Allah tüm bunların üzerinde şahittir ve her evreyi kontrolü altında tutar. Nasıl bir insan Allah'ın izni dışında bir adım bile atamazsa, o hücre de Allah'tan habersiz en ufak bir davranışta bulunamaz.

Bir kimse bu ismi "Yâ Rakib" kendi üzerine, yahut ehli veya evladı üzerine veyahutda malı üzerine yedi kere okusa onlar Hak Tealanın emanında olur, Allah onları emniyeti altına alır.

312 defa okumak Allah tarafından rütbe ve mertebeye vesile olur, sır ve hakikatlere erer, basireti açılır. (Allahulalem)

KERİM


Kerim : Çok cömert, istemeden veren, vesilesiz ihsan eden.Al-Karim : The Generous. whose generosity is most abundant.

Cenab-ı Hak buyuruyor:"Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;".
"Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?"

O vaad ettiği zaman sözünü yere getiren, verdiği zaman son derece çok veren, ne kadar verdiğine ve kime verdiğine aldırmayandır. O'ndan başkasına muhtaç olduğu söylendiğinde razı olmaz. Kendisine sığınan ve gönül vereni boş çevirmez, rahmetine gark eder. Vesilelere ve şefaatçilere muhtaç bırakmadan doğrudan doğruya kendisine iltica ettirir.

Tenbih: Kendisine verilmiş olan yeteneğini kullanan ve görüp akleden bir insan; kim tarafından yaratıldığını, kendi başına elde etmeye asla güç yetiremeyeceği sayısız nimeti kimin verdiğini, algılama, düşünebilme, akledebilme kabiliyetlerine nasıl sahip olduğunu düşünür. Bunları düşünen insanın karşısına çıkan gerçek tektir: İnsanı var eden ve asla güç yetiremeyeceği üstün nimetleri ona bağışlayan, son derece cömert olan Allah'tır.
Bir Müslüman ihlasla, inanarak ve yaşayarak "Yâ Kerim" diye bu mübarek ismin zikrine devam ederse onunu tecellisine, eserlerine nâil olur. Ahlâkı güzelleşir. Kazancı artar. Her türlü şerden korunur. Günahları affolur.

270 defa okumak Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremine vesile olur. (Allahulalem)

CELİL


Celil : Ululuk, azamet ve büyüklük sahibi, emir ve yasak koyma hakkına sahip.
Al-Jalil : The Mighty who is Lord of Majesty and Grandeur. Cenab-ı Hak Buyuruyor:
Celal ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak .
Celal ve ikram sahibi Rabbinin adı yücelerden yücedir.
Celil ismi, Kur'an'da bu şekliyle değil, Zü'l-celâli ve'l-ikram olarak Rahman suresinde iki yerde geçer.

Celalet ve ululuk ancak Allah'a mahsustur. Her yerde, her zaman hazır ve nazır olan Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır.

Her büyük O'nun büyüklüğünün yanında hiç bir anlam ifade etmez.

Allah'ı diğer insanlardan daha fazla tanıyan ariflerin pek çoğu bu isimlerle O'nu dua etmeyi tercih ederler.
Bir müslüman ihlasla, inanarak ve yaşayarak "Yâ Celil" diye bu mübarek ismin zikrine devam ederse, onun tecellisine, eserlerine nail olur. Saygı görür. ahlakı güzelleşir. Zalimlerden kurtulur. Maddi ve manevi güce kavuşur.
Bu ismi bilmenin faydası

Allah'ın sana iyilik ve bağışta bulunup nimetler verdiği gibi sen de, başkalarına iyililik yap ve bağışta bulun. İnsanların yaptıkları hataları bağışla. Kötülükleri terk etmeyenleri güzelce terk et, kötülükleririni iyilikle başından sav. Seninle ilşikisini kesenle sen ilişkini kesme. Sana vermeyene sen vermeye devam et. Sana haksızlık edeni affet. Seni kötüleyen ve sana sövene karşılık verme, sabret. Allah'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de başklarına iyilik yap ve sana kötülük edene iyilikle davran.

HASİB


Hasib : Hesap Görücü, her şeyi saymışcasına bilen, hesaba çeken.
Al-Hasib : The Accounter who knows every details.

Cenab-ı Hak buyuruyor:"...
Hesap görücü olarak Allah yeter."

Bu ismin bir çok anlamı zikredilmiştir.

Parçaları bütünüyle bilen,
Hesap etmeden bilen
Bütün üstün niteliklere sahip olan,
Hiç bir eksiği ve kusuru olmayan,
Kıyamet günü kullarını hesaba çekecek ve sorgulayacak olandır.
O, kendi kereminden fazlasıyla verendir.
Hasib, "...Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır."
Seriul-hisab: "...Allah, hesabı pek seri görendir."
Esrau'l-Hâsbin: "...Ve O, hesap görenlerin en süratli olanıdır."
Her insan kendisini ağır hesaptan kurtarmak için çalışmalı, Allah'ın belirlediği sınırlara dikkat etmeli, ahiretteki hesabının hafif olması için daha bu dünyada iken kendisini hesaba çekip yanlışlarını düzeltmelidir.

İhlasla "Yâ Hasib" diye bir müslüman bu isme devam etse, gözden, zalimden kurtulur. Duası kabul olur.